Temel İslam Bilimleri Bölümü Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 71
  • Öğe
    Zâhirî Âlimler Nezdinde Halku’l-Kur’an Meselesi
    (Cumhuriyet Üniversitesi, 2023) Kaya, Hüsamettin
    İslam düşünce geleneği, tarih boyunca birçok kırılma dönemi yaşamıştır. Bu kırılmalardan biri de mihne sürecidir. Mihne süreci Abbasî Halifesi Me’mun döneminde başlamıştır. Bu sürecin temel argümanı ise iktidarı ve ataları için sorun teşkil etmeyecek basit fakat etkili bir mesele olan Kur’an’ın yaratılmışlığı mevzusu tercih edilmiştir. Halife Me’mun, yaratılmış Kur’an doktrini öğretisinin kendi otoritesini güçlendireceğini ve dogmatik ulemanın bu sayede toplumsal zeminini kaybedeceğini biliyordu. Bu nedenle dönemin önde gelen şahsiyetlerine devlet eliyle Kur’an’ın mahlûk olduğu düşüncesi dikte edilmiştir. Baskılara boyun eğmeyen Ahmed b. Hanbel gibi âlimler sürecin sona ermesiyle halk tarafından kahramanlaştırılmıştır. Bu defa karşıt mihne süreci başlamış ve halku’l-Kur’an’a dair söylemlerde bulunanlartenkit edilmiştir. Hatta daha da ileri gidilerek tekfir edildikleri de görülmüştür. Buna bağlı olarak muhaddislerden birçoğu halku’l-Kur’an meselesine dair görüş beyan etmeyi dahi bid’at olarak telakki etmiştir. Bu durum birbirlerinden haz etmeyen kişi ve kesimler için bir tenkit sahası oluşturmuştur. Bu nedenle bazı kimseler hakkında haksız algılar oluşturulmuş ve asılsız iddialarla toplumdaki otoriteleri hedef alınmıştır. Dolayısıyla İslâm âlimlerinin veya mezheplerinin mevzuya yaklaşımlarını objektif olarak ele almak ve bu bağlamda değerlendirmeye tabi tutmak önem arz etmektedir. Bu çalışmada söz konusu durumdan olumsuz etkilenen Zâhirî mezhebin kurucusu Dâvûd b. Ali ez-Zâhirî (öl. 270/884) ve diğer Zâhirî âlimlerin halku’l-Kur’an’a ilişkin yaklaşımları incelenmiştir. Onlara dair yapılan algının yanı sıra kendilerine nispet edilen söylemlerin doğruluğunun tespiti amaçlanmıştır. Bu bağlamda öncelikle kendilerine nispet edilen görüşler (ı) Kâğıttan ve mürekkepten oluşan elimizdeki Kur’an mahlûk, levh-i mahfuzdaki Kur’an ise mahlûk değildir. (ıı) Kur’an muhdestir. (ııı) Kur’an muhdestir, telaffuzu itibari ile de mahlûktur. (ıv) Kur’an tilavet edildiğinde kulun harfleri çıkarmak için yaptığı hareketler neticesinde oluşan telaffuz mahlûktur şeklinde tasnif edilmiştir. Kendilerine atfedilen bu söylemler Zâhirî âlimlerin eserlerinde bulunan bilgilerle mukayese edilerek tutarlı olup olmadıkları tespit edilmiştir. Yapılan araştırmalar neticesinde mihne sürecinin devam ettiği yıllarda Nâşâbur’da bulunan Dâvûd ez-Zâhirî’nin Kur’an’ın yaratılmışlığına dair bazı söylemleri dile getirdiği; ancak mihnenin sona ermesiyle söz konusu söylemlerinden vazgeçtiği kanaati oluşmuştur. Zâhirî âlimlerden İbn Ebî Âsım (öl. 287/900), İbn Niftaveyh (öl. 323/935), İbn Hazm (öl. 456/1064) ve İbnü’l-Kayserânî’nin (öl. 507/1113) ise Kur’an’ın mahlûk olmadığını açık bir şekilde dile getirdikleri ve aksini iddia edenleri de tekfir ettikleri görülmüştür. Bunun yanı sıra kendilerine atfedilen söylemlerin doğruluğundan veya yanlışlığından bağımsız olarak yapılan algının Zâhirî âlimlerine birçok yönden olumsuz etkilediği de görülmüştür. Söz gelimi bu tür algılara maruz kalan Zâhirî âlimlerin hem halk nezdinde hem de ilim meclislerinde değer kaybetmelerdir.
  • Öğe
    Kavramsal Metafor Kuramı’nın Kur’ân Çalışmalarına Dahil Edilmesi: Eleştirel Literatür Değerlendirmesi
    (Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, 2022) Yaşar, Hakime Reyyan
    Kavramsal metafor kuramı, son yıllarda kognitif dilbiliminin metafor sahasına kazandırdığı iddialı teoriler-den biridir. Kuramın temel iddiası metaforların kelimeden ziyade kavramlar/tasavvur düzeyinde meydana geldiğidir. Burada tür-cins, nakil ve benzerlik ilişkisini bir kenara bırakılarak metaforların kelimelere değil tecrübeye dayalı tasavvura ait olduğu ortaya konulmuştur. Bu kuram, son yıllarda Kur’ân çalışmalarıyla ilgi-lenen pek çok araştırmacıların da dikkatini çekmiştir. Bunun neticesinde Kur’ân’daki mecâzları ve metafor-ları bu kuram penceresinden inceleyen bir literatür ortaya çıkmıştır. Ancak, kavramsal metafor kuramı, me-tafor çözümlemesini gündelik beşerî dil üzerinde gerçekleştirir. Bu nedenle kuramın kutsal metinlerde yer alan metaforların tahliline yönelik bir yaklaşımı bulunmamaktadır. Buna ek olarak, belagâtta mecâz lafız ve mana ilişkisi üzerinden açıklanırken, bu kuram metaforu tecrübeye dayalı düşünce ve dil ilişkisi üzerinde temellendirir. Bu farklılıklara rağmen, Kur’ân ayetlerini bu kuramla ele alan çalışmaların sayısı gün geçtik-çe artmaktadır. Kuramı, Kur’ân’ı yorumlama aracı olarak tatbik eden araştırmaların ayetleri tefsir usulü ve belagâtın desteğinin uzağında inceledikleri ve metaforların vahyin bir parçası olduğunu dikkate almadıkları tespit edilmiştir. Bu çalışma bahsi geçen literatürü, literatürün takip ettiği metodu, kuramı nasıl tatbik ettik-lerini, Kur’ân çalışmalarına katkılarını ve temel eksikliklerini değerlendirmektedir. Bu bağlamda, çalışma-mız kuramın alana katkısını ve eksikliklerini sorgulamaktadır.
  • Öğe
    AHMED B. MÜBAREK’İN EL-İBRÎZ ADLI ESERİNDE ABDÜLAZÎZ EDDEBBÂĞ’IN TEFSİR ANLAYIŞININ YANSIMALARI
    (Diyanet İlmi Dergi, 2022) İşliyen, Burhan; Kaplan, Abdurrahim
    İlk Abdülazîz ed-Debbâğ (ö. 1132/1720), Kur’ân âyetlerine işârî manalar yükleyen bir müfessirdir. Hayatta iken herhangi bir eser telif etmeyen ed-Debbağ’ın görüşlerine müridi ve öğrencisi olan Ahmed b. Mübârek (ö. 1156/1743) el-İbrîz adlı eserinde detaylı olarak yer vermiştir. Müellif, şeyhinin okuma yazma bilmediğini (ümmî) vurgulamakta ve kendisinde sadır olan bütün ilimlerin keşf ve ilham yoluyla oluştuğunu iddia etmektedir. Şeyhi onun nezdinde her yönüyle keramet sahibi olup bu yönüyle diğer tasavvuf erbabından farklılık göstermektedir. Çalışmamızda el-İbriz adlı eser çerçevesinde ed-Debbağ’ın tefsir anlayışı ve yorum yöntemi ele alınacaktır. Onun Kur’ân-ı Kerîm’e tamamen bâtınî bir bakış açısı ile yaklaştığı, bu doğrultuda aşırı bir yorum anlayışını benimseyerek, işari tefsirde bulunan pek çok tasavvuf ekolünden farklılaştığı bazı ayet ve konulardaki görüşleri üzerinden ortaya konulmaya çalışılmıştır. Abdülazîz ed-Debbâğ’ın ve Ahmed b. Mübarek’in Kur’ân tefsir metodu tamamen bâtınî anlayışa dayandığından sorunlu bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebeple çalışma doğal olarak Debbâğ’ın kerametlerinden çok Ahmed b. Mübarek vasıtasıyla onun âyetlere yüklediği mana ve yorumlama biçimine dair tahliller ve değerlendirmelerle sınırlıdır.
  • Öğe
    ŞÂFİÎ MEZHEBİNDE “TARÎK” KAVRAMININ KULLANIMI VE İŞLEVİ
    (Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2022) Nas, Taha
    Şâfiî mezhebinin gelişiminin önemli merhalelerinden biri, hicri dördüncü asır itibariyle ortaya çıkan ve “tarîk” diye isimlendirilen Irak ve Horasan şeklindeki ekolleşmedir. Şâfiî fıkhının daha iyi anlaşılması açısından Şâfiî fakihlerin kullandıkları bu ıstılahlardan tam olarak ne kast ettikleri, oluşan ekolleşmenin ne zaman ve nasıl başladığı, farklı yönlerinin neler olduğu, ne tür sonuçlar doğurduğu, bunları tek çizgide birleştirme çabalarının nasıl geliştiği ve kimler tarafından buna katkı sunulduğu hususlarının incelenip araştırılması büyük önem arz etmektedir. Bu sebeple “tarîk” kavramı, tarîklerin ortaya çıkışı ve bunlara mensup fakihler, tarîkler arasındaki ihtilafın mahiyeti, bunları telif veya birini tercih ve tercihte kullanılan ifadeler incelenmiştir. Nevevî’nin söylediklerinden anlaşılan tarik ve türevleri, mezhepteki farklı kavil, vecih, tahric ve tercihlerin rivayet ve aktarımı ile ilgili oluşan ihtilafın bir neticesi olarak ortaya çıkan bir kavramlaşmadır. Yani Şafiî fakihlerden biri bir konuda “iki kavil veya iki vecih var” derken diğer biri “bir tek kavil” veya “bir tek vecih var” derse ya da biri bir konuda “mutlak ihtilaf var” derken diğeri “konunun izah gerektirdiğini” söylerse, mezhebin aktarımında tarik manasında bir ihtilaf oluşmuş demektir. Şâfiî fakihlerin ifadelerinden çok sayıda tarikin oluştuğu anlaşılmakla birlikte belirli bir isimle anılmış olup bilinen iki tarik bulunmakta olup bunlar Irak ve Horasan tarikleridir. Nevevî’nin ifade ettiğine göre, Şâfiî’nin açık ifadelerini, mezhebinin kaidelerini ve ilk dönem Şâfiî fakihlerin görüşlerini aktarma noktasında Irak tarikine mensup fakihler, Horasan tarikine mensup fakihlerden daha sağlam ve başarılıdır. Horasanlılar ise genelde aktardıkları bu metinler üzerindeki tasarruf, araştırma, tefrî‘ ve düzenleme hususlarında Iraklılara göre daha başarılı olup bunları daha güzel işlemişlerdir. Şâfiî’nin bıraktığı fıkıh birikimi, onun talebeleri ve sonraki müntesipleri tarafından devam ettirilmiş ve Ebû İshak el-Mervezî’ye kadar mezhep tek çizgi şeklinde gelişimini sürdürmüş, tarik şeklindeki ayrışma ise onun talebeleriyle başlamıştır. Bunlardan Bağdat’ta tedris faaliyetini sürdürmek üzere hocasının yerine geçen Ebu’l-Kâsım ed-Dârekî ile Merv’de ders halkası tesis eden Ebû Zeyd el-Mervezî’ye tariklerin ortaya çıkması nispet edilebilir. Zira Bu iki fakihten sonra gerek Bağdat’ta gerekse Horasan’da iki tarik artık belirginleşmiş ve tarikin imamı olarak nitelenen şahsiyetler ortaya çıkmıştır. Irak tarikinin imamı Ebû Hâmid el-İsferâyînî ve Horasan tarikinin imamı Ebû Bekr el-Kaffâl es-Sağîr kabul edilmektedir. Bunların ardından yaklaşık üç yüz yıl boyunca yetişen fakihlerin çoğu ve onların ortaya koydukları eserler bu iki tarikten biriyle irtibatlı olmuştur. Bunun neticesi, iki tarik arasında, sonraki fukahâyı rahatsız edecek şekilde, çok sayıda ihtilaf noktası ortaya çıkmıştır. Bu ihtilaflar, çeşitli düzeylerde olup, her zaman tam bir zıtlık şeklinde değilse de kimi zaman birinin söylediğinin tam tersini diğeri ifade eder tarzda olmuştur. Bu durum bazı Şafiî fukahâsının, ellerindeki çok sayıda eserde bulunan vecih ve tarikler arasındaki farkları giderme, onları uzlaştırma ameliyesine başvurmalarına sebep olmuştur. Bu manadaki ilk teşebbüs Ebû Ali es-Sincî ile başlamış, Cüveynî, Rûyanî, Gazzâlî, İmranî, Mu‘âfî ve İbnü’s-Salâh ile devam etmiştir. Tarikler arası uzlaştırma çabası içine girip bunu daha ileri bir seviyeye ulaştıran fakihlerden biri Râfiî olup onun faaliyetleri Nevevî’nin bu konudaki çalışmalarına temel teşkil etmiştir. Kendisinden önceki bu uzlaştırma çabalarından da istifade eden Nevevî, Râfiî’den farklı olarak, her iki ekolün dışından ikisine de tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Eserlerinde o, Irak ve Horasan ayırımını açık bir şekilde, Irakiyyûn ve Horasaniyyûn ifadelerini sık sık kullanarak ifade etmekte ve bunları telif veya tercih etmektedir. Mezhebin aktarımındaki ihtilafı ifade eden tariklerin arasındaki karşıtlığı dile getirip onları uzlaştırmaya çalışan Râfiî ve Nevevî, mezhepte mutemet olan, tercih edilen görüşü ifade etmek için genelde el-mezhep ıstılahını kullanmışlardır.
  • Öğe
    ŞAFİİ MEZHEBİNİN İKİ TEMEL KAVRAMI: VECH VE ASHABÜ’L-VÜCÛH –KULLANIM VE İŞLEVT-
    (e-Şarkıyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 2022) Nas, Taha
    Bütün mezheplerde olduğu gibi Şâfiî Mezhebi de gelişimini sürdürürken çeşitli evrelerden geçmiş ve bu süreçte mezhebin gelişim merhalelerini belirleyen ve anlaşılmasını sağlayan ıstılahlar oluşmuştur. Bunlardan biri, mezhebin müçtehit tabakaları arasında üçüncü derecede yer alan müçtehitleri ifade eden “ashâbü’l-vücûh” ile bunların görüşlerini ifade eden “vech” ıstılahıdır. Bu çalışmada Şâfiî fakihlerin vech ıstılahından ne anladıkları ve vecihler arasında ihtilafın vuku bulması durumunda tercih kriterlerinin neler olduğu incelenmiştir. Ayrıca Şâfiî fakihler arasında ihtilaf konusu hususlardan biri olan ve tespiti son derece zor olup detaylı araştırmaları gerektiren ashâbü’l-vücûh ıstılahından ne kastedildiği, bu kategoride yer alacak müçtehitlerde bulunması gereken niteliklerin neler olduğu ortaya konulmuştur. Yine bu kategorideki müçtehitlerin belirlenmesinde farklı bakış açılarının bulunup bulunmadığı hususları incelenmiş ve bununla ilgili çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır. Ayrıca Şâfiî fakihler tarafından ashâbü’l-vücûh kategorisinde olduğu ifade edilen müçtehitlerin bir listesi ve bunların mezhepteki rolü ile bu tabakada olup olmadığı ihtilaf konusu olan fakihlerle ilgili yapılan değerlendirmelere de bu çalışmada yer verilmiştir.
  • Öğe
    Hâtim et-Tâî’nin Şiirlerinde Talebî İnşâ
    (Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2022) Tekin, Ahmet
    Arap belâgatının iki ana esasından biri olan inşâ, talebî ve gayr-i talebî olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Talebî inşâ, emir, nehiy, istifham, nidâ ve temennî kısımlarına ayrılmaktadır. Bu olguların her biri asıl manasında kullanıldığı gibi bazı belagî amaçlardan dolayı asıl manası dışında da kullanılmıştır. Talebî inşâ Arap diline ilgi duyanlar tarafından şimdiye kadar genellikle nazari boyutuyla ele alınmış veya sınırlı birkaç örnekle yetinilmiştir. Dolayısıyla şiirin uygulama alanı olduğu talebî inşâ çalışmaları azdır. Câhiliye döneminin ünlü şairlerinden biri olan Hâtim et-Tâî’nin (ö. 578?) şiirlerinin şimdiye kadar talebî inşâ açısından değerlendirilmemiş olması bizi böyle bir çalışmaya sevk etmiştir. Bu araştırmada Hâtim et-Tâî’nin şiirleri talebî inşâ açısından incelenmiş ve talebî inşânın uygulamalı bir örneği ortaya konulmaya gayret edilmiştir. Hâtim et-Tâî’nin, muhtevası Allah’a iman, cömertlik, cesaret, bağışlayıcılık, iffet, dürüstlük, sadakat, alçakgönüllülük, şerefini korumak, esiri salıvermek, açları doyurmak, çıplakları giydirmek, misafire ikramda bulunmak, yemek yedirmek, herkese selam vermek ve hiçbir isteği geri çevirmemek gibi meziyetlerden oluşan şiirlerinde bu üslubu büyük bir ustalıkla kullandığı tespit edilmiştir. Bu çalışmanın neticesinde talebî inşânın hangi kısımlarının Hâtim’in şiirlerinde yer aldığı ve bu kısımlardan hangilerinin asıl manalarında veya temel manalarının dışında kullanıldığı ve kendi manasının dışında kullanılırken elde edilen anlamın siyaktan mı yoksa üslubun kendisinden mi elde edildiği ile ilgili zihinlerde yer alan sorular yanıtını bulmuştur. Buna ilaveten Hâtim’in kimliği, şiirleri, şiirlerinde savunduğu değerler ve şiirlerinde yer alan talebî inşâ örnekleri hakkında verilen malumat da söz konusu sorulara cevap olacaktır. Çalışmamızın giriş kısmında belâgat ilminin alt disiplinlerine kısaca değinilmiş ve Hâtim et-Tâî ve divânı hakkında özet bir bilgi verilmiştir. Sonrasında me’ânî ilminin iki ana başlığından biri olan inşâ konusuna yer verilmiş ve Hâtim et-Tâî’nin şiirleri talebî inşânın kısımlarını oluşturan emir, nehiy, istifham, nidâ ve temennî üslupları açısından incelenmiştir. Çalışmamızın sonuç kısmında ise araştırmada varılan sonuçlara yer verilmiştir.
  • Öğe
    Ebû Ubeyd’in Nesih Anlayışı
    (Hitit ilahiyat dergisi, 2022) Yaşar, Mehmet Aziz; Nas, Taha
    İslam ilimlerinin teşekkül ettiği dönemde mutlak ictihad ehliyetine sahip çok sayıda âlim yetişmiştir. Sözü edilen âlimlerden biri, Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm b. Miskîn el-Herevî’dir. Dönemin birçok meşhur âliminden ilim tahsilini gören Ebû Ubeyd, hem ilim hem de siyaset çevresi üzerine büyük bir etki bırakmıştır. Bu nedenle de farklı mezhep biyograficisi tarafından paylaşılamamıştır. Nitekim kimi Şâfiî tabakât yazarları, Ebû Ubeyd’i İmam Şâfiî’nin müntesibinden saymıştır. Buna mukabil bazı Hanbelî tabakât yazarları Ebû Ubeyd’i Hanbelî fukahâsının tabakâtı içinde zikretmiştir. Ancak Ebû Ubeyd’in herhangi bir mezhebin müntesibi değil, müstakil bir müctehid olarak görülmesinin daha doğru olacağı kanaati hâsıl olmuştur. Zira onun, kendi eserlerinde İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel’den ziyade daha çok İmam Mâlik’e atıf yapması ve bazen Ebû Hanîfe ve imameynin görüşlerine müracaat etmesi bunu göstermektedir. Fakih ve muhaddis yönleriyle ön plana çıkan Ebû Ubeyd, özellikle bu iki ilimle sıkı ilişkisi olan nesih konusu hakkında derin bir bilgi elde etmiş ve bu konuda en-Nâsiḫ ve’l-mensûḫ fi’l-Ḳurʾâni’l-ʿazîz ve mâ fîhi mine’l-ferâʾiż ve’s-sünen adında nadide bir eser kaleme almıştır. Ebû Ubeyd’in nesih anlayışı ortaya konulurken temel kaynak olarak en-Nâsiḫ ve’l-mensûḫ adlı eserine başvurulmuştur. Bunun yanı sıra onun başta Kitâbu’l-emvâl adlı eseri olmak üzere konuyla alakası bulunan diğer çalışmaları da müracaat edilen birinci el kaynaklar arasında yer almıştır. Onun nesihle ilgili yaklaşımını, konuya ilişkin sarf ettiği ifadelerinden ve bu minvalde verdiği örneklerden hareketle tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda da çalışmada Ebû Ubeyd’in nesih mahiyetine ve çerçevesine yönelik yaklaşımı ve birbirlerini neshedebilen delillerle ilgili görüşleri irdelenmiştir. Ebû Ubeyd neshi, “şer‘î hükmün sonradan gelen şer‘î bir delille ortadan kaldırılması” şeklinde usûldeki yerleşik anlamıyla değil, “şer‘î bir hükmün sonradan gelen bir delille değişikliğe uğraması” olarak daha geniş bir anlamda ele almıştır. Bu çerçevede neshi, yaygın manasının yanı sıra âmmın tahsisi, mutlakın takyidi, mücmelin beyanı, yanlış bir anlayışın düzeltilmesi ve genel bir hükümden yapılan istisna için de kullanmıştır. Bu da sahâbe, tâbiîn ve ilk dönme âlimlerin nesih anlayışı olarak bilinmektedir. Ancak Ebû Ubeyd’in İmam Şâfiî’nin yaşıtı olmasına rağmen ve eserlerini istinsah edip istifade ettiği halde, onun benimsediği nesih anlayışını değil de selefin konuya ilişkin yaklaşımını tercih etmesi dikkat çekicidir. Bunun araştırılması önem arz etmektedir. Ebû Ubeyd birbirlerini neshedebilecek durumda olan şer‘î deliller hususunda cumhurun yaklaşımını benimsemiştir. Ona göre Kur’an ayetleri birbirlerinineshedebilir. Bununla ilgili birçok örnek vermiştir. Burada dikkat çeken diğer bir husus, Ebû Ubeyd’in Kur’an ayeti için kullanılan nesih kavramını, levh-i mahfuz’dan istinsah etmek, tilaveti baki olup hükmü ortadan kalkan ayet ve hem hükmü hem de tilaveti birlikte iptal edilip insanların kalplerinden çıkarılan ayet şeklinde farklı anlamlarda kullanmasıdır. Ebû Ubeyd, sünnetin sünnet ile neshi konusunda âhâd ve mütevâtir ayrımı yapmaksızın mutlak olarak sünnetin sünnet ile neshedilebileceğini ifade etmiştir. Fakat âhâd sünnetin kendi benzeriyle neshedildiğine dair birçok örnek vermesine rağmen mütevâtirin kendi benzeriyle veya âhâdla ve âhâd sünnetin mütevâtir sünnetle neshedilmesine dair herhangi bir örneğe rastlanılmamıştır. Konuyla ilgili serdettiği ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla Ebû Ubeyd, hem mütevâtir hem de âhâd sünnetin Kur’an ile neshedebileceğini caiz görmüştür. Ancak ilgili çalışmalarında âhâd sünnetin Kur’an ile neshedilmesi kısmına örnek bulunurken diğeri için herhangi bir örnek bulunmamaktadır. Kur’an’ın sünnet ile neshedilebileceği konusuna ilişkin net ifadesi bulunmamakla beraber verdiği bazı örneklerden buna cevaz verdiği anlaşılmaktadır.
  • Öğe
    Aqd al-Nikāh: Explaining the Nexus Between Marriage and Contract in Islamic Law
    (Ankara Üniversitesi, 2022) Yaşar, Hakime Reyyan
    The combination of marriage and contract (ʿaqd al-nikāḥ) has been one of the interesting subjects for the scholars to be discuss and elaborate. The focus of this attention has been on analysis and understanding of the contractual component of the marriage reflecting a similarity with economic contracts. Recent studies endeavored to explain this nexus; however, they have also neglected to include how contract as a concept operates in Islamic law and beyond, and the discussions between the schools on the metaphoric aspect of the marriage contract. Classical legal scholars elaborated how marriage is represented by contract model, its relation to other economic contracts, and how the contractual aspect of the marriage is articulated. In particular, the argument that the contractual aspect of nikāḥ is partly related to metaphor offers another dimension in exploring the nature of the marriage contract. This study aims to analyse the nexus by including both the discussions on the metaphoric aspect of the marriage contract and the shortcomings in explanations of the contractual component of the marriage contract.
  • Öğe
    ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ’NİN ALLAH VE İNSAN TASAVVURU
    (Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2022) Ünverdi, Mustafa; Ünverdi, Veysi
    Bu makalenin amacı Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin Allah ve insan hakkındaki görüşlerini incelemektir. Son dönem Osmanlı düşünürlerinden olan Filibeli’nin Allah ve insan kavramlarına ilişkin görüşleri felsefî ve tasavvufî niteliktedir. Tanrı ve ruhu inkâr eden pozitivist düşüncenin yaygınlık kazandığı bir dönemde Filibeli’nin din savunusu temelde vahdet-i vücûd görüşüne dayanmaktadır. Vücûd sıfatına sahip tek hakikatın olduğunu savunan Filibeli, insanı Allah’ın irade ve kudret sıfatlarının bir tecellisi ve yansıması olarak tanımlar. Ona göre insan ruh ve cesedin vahdetidir. Yeryüzünde şahsiyet sahibi yegâne varlık insan olup ona bu özelliğini idrak ve ahlak sahibi oluşu verir. Ahlak için dinin zorunlu olması, insanın dine muhtaç oluşunun temel sebebi niteliğindedir. Filibeli vahdet-i vücûdu savunsa da Allah tasavvurunda teşbihi reddetmiştir. Keza Filibeli aşırı tenzihî yoruma çıkmışsa da özellikle Batı düşüncesinde görülen bu tip yorumların dünyevileşmeye ve oradan da deizme yöneleceğini fark etmiş ve kendine has bir yorumla vahdet-i vücûd düşüncesinde somutlaşan Tanrı tasavvuruna ağırlık vermiştir. Hakikati tek varlığa indirgemiş olan Filibeli’nin insan yorumu, ruh ve din ile sıkı bir ilişki içerisindedir. Sekülerizmin gölgesinde din karşıtlığının ivme kazandığı bu dönemde Filibeli’nin görüşlerini incelemek, günümüz akaid ve kelam probleminin çözümüne katkı sağlayacağına inanıyoruz.
  • Öğe
    FARKLI FIKHÎ HÜKÜMLERİN TEZAHÜRÜNDE HADİSLERİN ROLÜ: GAYLÂN B. SELEME RİVAYETİ ÖRNEĞİ
    (2019) Özçelik, Fikret
    Bu çalışmada, Gaylân b. Seleme’nin Müslüman olduğunda on kadınla evliyken, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendisine hanımlarından dördünü tutmasını, geri kalanları da boşamasını emrettiği rivayet ele alınmıştır. Bu bağlamda söz konusu rivayetin sıhhati ile ilgili yapılan tartışmalar ve buna bağlı olarak fıkhî hükümlere değinilmiştir. Zira Müslüman olmadan önce dörtten fazla kadınla evli olan kişinin durumu ile ilgili birbiriyle çelişen iki farklı görüş öne sürülmüştür. Birinci görüşe göre bu durumda olan kişi, Müslüman olduktan sonra hanımlarından istediği dördünü yanında tutacak; diğerlerini ise zorunlu olarak boşayacaktır. İkinci görüşe göre eğer birden fazla kadının nikâhı bir akitte kıyılmışsa bütün kadınların nikâhları geçersiz olur ve boş olurlar. Ancak kadınların nikâhları farklı akitlerde kıyılmışsa o zaman kişinin ilk dört hanımını tercih etmesi diğerlerini ise boşaması gerekmektedir. İmam Şâfiî başta olmak üzere bazı âlimler Gaylân b. Seleme rivayetinden hareketle birinci görüşü; İmam Ebû Hanife gibi bazı âlimler ise söz konusu rivayeti muallel kabul etmiş ve ikinci görüşü savunmuşlardır.
  • Öğe
    Nûreddîn es-Sâbûnî’ye Göre Kudret-Fiil İlişkisi Çerçevesinde İnsan Fiilleri ve Sorumlu Özgür Kişilik
    (Milel ve Nihal İnanç, Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, 2021) Şahinalp, Hacer
    Bu çalışma, Buharalı Hanefî ve Mâtürîdî âlimi olan Nûreddîn esSâbûnî’nin (ö. 580/1184), el-Kifâye ve onun özeti mahiyetinde el-Bidâyeadlı eserlerinden istifade edilerek oluşturulmuştur. Çalışmanın odaknoktasını, insanın eylemlerini gerçekleştirirken özgür ve sorumlu olduğudüşüncesi oluşturmaktadır. Çalışmada dolaylı olarak cevabı aranan soru iseşer/çirkin olarak bilinen eylemlerin failinin kim olduğudur. Mu‘tezile,insanın eylemlerini yaparken özgür ve sorumlu olduğunu göstermekamacıyla onu fiillerinin yaratıcısı kabul etmiştir. Dolayısıyla onlara göreşerrin yaratıcısı da insan olmaktadır. Ehl-i sünnet, hayrın da şerrin deyaratıcısının Allah olduğunu söyleyerek buna karşı çıkmıştır. Genel SünnîMâtürîdî çizgiyi takip eden Sâbûnî, yaratmayı (halk) Allah’a kesbi deinsana atfederek, bir yandan insanın eylemlerinde asla Allah’tan müstağnikalamayacağını, diğer yandan da özgür ve sorumlu olduğunutemellendirmeye çalışmıştır. O, Eş’arîyye’den farklı olarak söz konusukesbin hakiki fiil niteliğinde olduğunu belirtmiştir. Sâbûnî söz konusutemellendirmeyi gerçekleştirmek üzere, insana kesbini gerçekleştirirkengerekli olan kudretin özelliklerinden hareket etmiş ve kudretin fille beraberolması, süreksiz/devamsız olması ve iki zıt şeye elverişli olması gerektiğinibelirtmiştir.
  • Öğe
    Yunus Emre Gördük. Tarihsel ve Metodolojik Açıdan İşârî Tefsir. İstanbul: İnsan Yayınları, 2013, 324 s.
    (Tefsir Araştırmaları Dergisi, 2021) Kaplan, Abdurrahim
    İnsanlık tarihinin başlangıcından itibaren, madde âlemine gösterilen ilgi mâna âlemine de gösterilmiştir. Zira insan maddî ve manevî olmak üzere iki yöne sahiptir. Her birey müstakil bir iç âleme ve ruh yapısı-na sahiptir. Maddî ihtiyaçların karşılanmasının zarurîliği kadar manevî ihtiyaçların da karşılanması gerek-mektedir. Her insan, maddî yönden beslenme ihtiyacı hissettiği gibi manevî yönden de ruh dünyasını doyurma ve onu tatmin etme ihtiyacı hissetmektedir. Bu manevî boyut, insanın inanç, vicdan ve ahlâk yönünü oluşturmaktadır. Tarihsel süreçte insanın manevî yönden kemâle ulaşması için ortaya çıkan sis-temlerden biri de tasavvuftur. Mutasavvıflar, Kur'ân’ın sarîh anlamlarını özümseyip uyguladıkları gibi onun âyetlerine işârî mânalar vererek insanın manevî yönden olgunlaşmasına katkı sağlamaya da çalış-mıştır. Tasavvuf kaynaklarında, zühd ve tasavvuf duygusunun İslâm’ın başlangıcından bu yana Müslü-manlar arasında var olduğu ve Kur’ân ile sünnete dayandığı iddia edilmektedir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zamanında sahâbeden bazı kişilerin zâhit bir hayat yaşadığına dair çeşitli rivayetler de bu görüşe sahip olanların kullandıkları delillerdir. Her şey de olduğu gibi işârî tefsir konusunda da ölçümüz, Kur’ân ve onun ilk tefsiri durumundaki sünnet olmalıdır. Kur’ân ve sünnet ölçülerine uygun olan her tasavvufî anlayış makbul, Kur’ân ve sünnet ölçülerine uygun olmayan, bu ölçülere ters düşen her tasavvufî anlayış da merduddur. Teknik anlamda adı konulmamış olsa bile tasavvuf anlayışı, sahâbeden itibaren gelişerek çeşitli evrelerden geçmiş ve varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Tasavvuf, İslâm tarihinin başlangı-cından hemen sonra, hicri ikinci asırda Müslümanlar arasında başlamış ve ondan sonraki asırlarda git-tikçe gelişmiştir. İşârî tefsirin de buna paralel bir seyir izlediğini söylemek mümkündür.
  • Öğe
    NİSA 34. AYETTE HİTAP AÇISINDAN “DARB” MESELESİ
    (e-Şarkıyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 2021) Ekinci, Kutbettin
    Bu çalışma Nisa 34. ayette geçen “darb” meselesini hitap açısından ele almaktadır. Erken dönemden günümüze kadar bu ayete yapılan yorumlar, ayetin kocalara hitap ettiği düşüncesiyle yapılmıştır. O yüzden kadına darb yetkisinin de kocada olduğu ileri sürülerek darb meselesini tefsir etmişlerdir. Buna göre darb kelimesinin tefsirinde üç ana yaklaşım ortaya çıkmıştır. Klasik yaklaşım, tarihselci yaklaşım ve modernist yaklaşım. Klasik yaklaşıma göre gerektiğinde kadın kocası tarafından hafif olmak koşuluyla dövülebilir. Tarihselci yaklaşıma göre Kur’an’ın indiği dönemde toplum ataerkil olduğundan, kocanın eşini dövmesi geleneksel olarak bir sorun teşkil etmiyordu. O yüzden Kur’an, o dönem için kocanın eşini dövmesine cevaz vermiştir. Modernist yaklaşımlara göre ise ayette geçen “darb” kelimesi vurmak, dövmek anlamında değildir. Bu kelime, seyahat etmek veya evde tutmak anlamında olabilir. O yüzden nüşuz yapan kadını kocası bir müddet ailesinin yanına gönderebilir. Diğer bir alternatif olarak koca, nüşuz yapan kadını ikna etmek ve sorunu çözmek için onu evde tutmalıdır. Bu çalışma ise bu yaklaşımların sorunlu olduğunu ileri sürmektedir. Ayete yapılan bu tefsirlerin kritiğini sunduktan sonra alternatif bir anlamı gündeme getirmektedir. Böylece darb konusunda ayetin yöneticileri muhatap aldığını ve o nedenle darb yetkisinin kocada olmadığını ileri sürmektedir.
  • Öğe
    KÂDÎ ABDÜLCEBBÂR’DA HZ. PEYGAMBER’İN NÜBÜVVET DELİLLERİ
    (Dinbilimleri Akademik Arastirma Dergisi, 2021) Ünverdi, Veysi; Ünverdi, Mustafa
    Bu çalışmanın amacı Kâdî Abdülcebbâr’ın Hz. Peygamber’in nübüvvetini temellendirme yöntemini ve risâletinin kanıtlarını sistematik şekilde ortaya koymaktır. Usûl-i selâse arasında bulunan nübüvvet ulûhiyyet ve meâd ile birlikte yer alan üç temel mevzudan birisidir. Allah’a imanın ve diğer itikadî esasların kabulü ancak nübüvvet müessesesi ile mümkündür. Günümüzde ateistik akımların peygamber ve din karşıtlığı üzerinde merkezileşmesi nübüvvetin ispatına dair literatürü daha fazla önemli hale getirmiş ve bu konuda yeni çalışmaları gerekli kılmıştır. Kâdî Abdülcebbâr’ın nübüvvetin ispatı bağlamında ortaya koyduğu deliller, peygambere imanın klasik kanıtlarını görmek açısından mühimdir. O, aklî, haberî ve hissî mûcizelere dayanarak nübüvveti ispat etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Kur’an fesâhat ve belagat açısından, içerdiği gaybî haberler ve aklî delillere vurgu yapması yönüyle en önemli nübüvvet delilidir. Haberî mûcizeler de Hz. Peygamber’in nübüvvetini kanıtladığı gibi bu haberlerin yer aldığı Kur’an’ın da hak kitap olduğunu ortaya koyar. Onun, Mu’tezilî kelamcıların çoğunluğundan farklı olarak hissî mûcizeleri risâlet delili olarak ele alması da onu Sünnî düşünceye yaklaştırmıştır.
  • Öğe
    İSLAM AKÂİDİNİN MODELLEDİĞİ SORUMLU ÖZGÜR KİŞİLİK
    (2019) Şahinalp, Hacer
    Her inanç sistemi, her düşünce ya da mistik akım, örnek bir kişilik tasavvuruyla tarih sahnesine çıkar ve fikrî temellerini bu modeller üzerinden vermeye çalışır. İslam da kendi hakikat anlayışını ve onu taşıyan değerleri mü’min kişilik üzerinden takdim eder, mü’min kişiliği de bu temeller üzerinden inşa eder. Kur’ânî bildirimle en genel anlamda bu kişiden beklenen her anlamda dengeyi muhafaza ederek kulluk bilinci içinde, yeryüzünü ifsattan (fesad fi’l-arḍ) kurtarıp ıslah ve ma’mûr etmesidir. İnsanın “halife” sıfatıyla üzerine aldığı bu sorumlulukta kendisini motive edecek en büyük enerjiyi, özgür iradesiyle kabullenip bağlandığı (‘a ḳ d) Allah’ın varlığına ve birliğine iman altında sıralanan İslam’ın iman esaslarından alır. Bu esaslarda baskın olan unsur, insanın yapıp etmelerinin gözetlenip kayıt altına alınıyor ve bunlardan mutlaka hesaba çekilecek olmasıdır. Sorumluluk bilincinin insanî vicdanda kök salmasına yol açan bu anlayış, bir günü diğer gününe denk olmayan ve kendi nefsi de dahil her şeye Allah’ın emaneti nazarıyla bakan hassas, ölçülü ve aktif bir kişiliğin oluşmasına zemin hazırlar.
  • Öğe
    MÂTÜRÎDÎ’DE ÂYETLERİ TEVİLDE KİNAYE UNSURU
    (2019) Akçay, Halil
    İslâm uleması, Kur’ân âyetlerinin anlaşılması için gayret sarf etmişlerdir. Onlar bunu aklî, naklî, dilsel, belâgî gibi birden fazla yönteme başvurarak sağlamıştır. Ehl-i sünnet itikadının önemli savunucularından Ebû Mansur el-Mâtürîdî de bu âlimlerinden biridir. Çalışmada Te‘vîlâtu’l-Ḳur’ân adlı tefsir kitabında İmam Mâtürîdî’nin, âyetlerin tevilinde kinayeyi kullanımı ele alınmıştır. Bu bağlamda Mâtürîdî’nin hayatı, itikadî yönü ve Te‘vîlâtu’l-Ḳur’ân’ı hakkında bilgi verildikten sonra Mâtürîdî’nin, tevillerinde kinayeyi kullanım amacı, sıklığı ve kullanım yerleri gibi geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Özellikle itikadî birçok fırkanın çıkmasına zemin hazırlayan zaman, mekân ya da cismani unsurların Allah’a nisbet edildiği âyetlerde kinayenin kullanımı incelenmiş, Ehl-i sünnet görüşlerine göre Allah’ı cisim, zaman ve mekândan tenzih etme bağlamında Mâtürîdî’nin katkısı ortaya konmuştur. Âyetler arasında varmış gibi görünen çelişkinin giderilmesinde ve fıkhî ihtilafl ara yola açan âyetlerde de Mâtürîdî’nin kinayenin kullanım durumu incelenmiştir. Ayrıca deyim ifade eden ibarelerde ve insan fıtratında müstehcen kabul edildiği için âyetlerde açıkça zikredilmeyen hususlarda Mâtürîdî’nin kinayeden yararlanma şekli ortaya konmuştur.
  • Öğe
    ‘AVÂMİL-İ BİRGİVÎ İLE ‘AVÂMİL-İ HİLMİYYE’NİN MUKAYESESİ
    (2019) Tekin, Ahmet
    Fetihlerle birlikte İslam coğrafyası genişlemiş tebliğ, irşat ve yöneticilik gibi çeşitli vesilelerle Müslüman Arapların bir kısmı fethedilen bölgelerde ikamet etmişlerdir. Farklı etnik gruplardan meydana gelen yeni İslam toplumunun ortak dili Arapça idi. Kahir ekseriyeti daha önce Arapça bilmeyen bu yeni toplumun Arapça konuşmaya gayret etmeleri, kelimelerin yanlış telaffuz edilmesine neden olmuş ve Arapçaya lahn/hatalı telaffuz girmiştir. Bu olgunun ilk belirtilerinin Hz. Peygamber döneminde görüldüğü söylenmektedir. Arapçada hızla yayılan bu olgunun zamanla Arapların konuşmalarına da yansıması ile dönemin filolog ve yöneticilerini bu konuda önlem almaya sevk etmiştir. Bu sebeple Arap dili ve grameri alanında ciddi faaliyetler sergilenmiştir. Söz konusu faaliyetlerin neticesi olarak Halil b. Ahmed’in (ö. 175/791) el-Cumel fi’n-Nahv’i ve Sîbeveyh’in (ö. 180/796) el-Kitâb’ı gibi şaheserler ortaya çıkmıştır. Daha sonra Arapça öğrenimini kolaylaştırmak için bir kısmı ‘avâmil ismini almış muhtasar eserler meydana getirilmiştir. ‘Avâmil adlı risalelerin ilki Halil b. Ahmed’e nisbet edilmektedir. Onun döneminden günümüze kadar bu üslupla onlarca risale kaleme alınmıştır. Birgivî Mehmed Efendi’nin (ö. 981/1573) ‘Avâmil-i Birgivî ve Ahmet Hilmi Koğî’nin (ö. 1996) ‘Avâmil-i Hilmiyye’si de söz konusu eserlerdendir. Bu çalışmada, bahsi geçen iki risalenin mukayesesi yapılmıştır. Bu iki risalenin farklı açılardan karşılaştırılması neticesinde söz konusu eserlerin ortak ve farklı yönleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunun dışında bu iki risalenin yazarları hakkında özet bilgi verilmiştir
  • Öğe
    Makâsıdü’ş-Şeri‘â’nın Teorik Boyutu ve Müstakil Delil Olma Problemi
    (2019) Yaşar, Mehmet Aziz
    Şer‘î makâsıd düşüncesinin literatürde yer almasının hicri V/XI. asırdan itibaren Cüveynî ile başladığı genel kabul gören bir husustur. Sonraki dönemlerde onun tesis ettiği bu düşünce ekseninde makâsıda ilişkin değerli bazı malumatlar verilmiş olsa da bu, diğer usûl konularına göre daha cüzî kalmış ve VIII/XIV. asra kadar bu alanda kayda değer bir birikim ortaya konulmuş değildir. Makâsıdın müstakil olarak ele alınması Şâtıbî ile başlamıştır. Şâtıbî’yi bu konuda diğer usûlcülerden ayıran temel özellik ise onun makâsıdı usulün bir konusu olarak değil müstakil bir disiplin olarak görmesi ve buna göre sistemleşmesidir. Ancak onun halefleri bu hususta aynı hassasiyeti göstermemişlerdir. Bu durum XIV/XX. asra kadar devam etmiştir. Bu asırdan itibaren âlimler makâsıda gereken önemi vermiş ve bu alanda değerli pek çok çalışma yapmışlardır. Bu çalışmalar içinde tartışılan konulardan biri de makâsıdın müstakil bir delil sayılıp sayılmadığıdır. Ancak bu tartışma, konunun müstakil bir şekilde ele alınmasından ziyade makâsıdla ilgili konular ele alınırken yüzeysel bir temas şeklindedir. Bu noktada ise üç görüş tespit edilmiştir. Birinci görüşe göre şer‘î makâsıdın mutlak olarak müstakil delil sayılmaktadır. Bu görüşü savunanlar, nas ile çatışması durumunda makâsıdı takdim etmektedirler. İkinci görüş, bunun aksini savunmaktadır. Bu görüşü benimseyen araştırmacılar, makâsıdın içtihadın sağlıklı bir şekilde yapılmasının temel bir unsuru olduğunu kabul etmekle beraber onu, bağımsız şer‘î bir delil olarak görmemektedirler. Zikredilen görüşlere göre daha mutedil üçüncü bir görüşe göre ise makâsıdın sadece hükmü naslarda bulunmayan olaylar için şer‘î kaynak olabilmektedir. Bu görüşe göre kesin veya buna yakın bir delil ile sabit olan makâsıdın, hakkında nas bulunmayan yeni ortaya çıkan olaylar için delil olmasında bir sakınca bulunmamaktadır. Çalışmamızda önce şer‘î makâsıdın teorik boyutu ele alınmıştır. Bu doğrultuda da makâsıdın mahiyeti ortaya konulmuş, onun önem, sübut ve şümul açılardan çeşitleri incelenmiştir. Ardından makâsıdın müstakil delil sayılması problemi üzerinde durulmuştur. Bu çerçevede de makâsıdı müstakil delil olarak kabul edenler ile aksini savunanların yaklaşımları irdelenerek daha isabetli görüş tespit edilmeye çalışılmıştır. İsabetli görüşün tespitinde konuya ilişkin muasır araştırmacıların verdikleri malumatların yanı sıra önceki usûlcülerin konuyla ilişkilendirilebilecek ifadelerinden de istifade edilmiştir. Ayrıca çalışmada makâsıdın şer‘î nasların sağlıklı yorumlanmasında önemli rol oynadığı, teâruz olduğu düşünülen delillerin uzlaştırılmasında veya birinin diğerine tercih edilmesinde müçtehide yol gösterdiği gibi önemli hususlara da değinilmiştir
  • Öğe
    Arap Dili Terminolojisinde ‘İvaḍ
    (2019) Akçay, Halil
    Arap dili kaynaklarında ‘ivaḍ, çoğu zaman terim anlamı dikkate alınmadan sadece sözlük anlamında kullanılmıştır. ‘İvaḍ başlığını açan bazı eserler ise konuyu, ya sadece sarf ya da sadece nahiv yönüyle ele almışlardır. Bu nedenle literatürdeki bilgiler ışığında ta‘vîḍ (‘ivaḍ getirme) olgusunun kavramsal çerçevesinin çizilmesi önem arz etmektedir. Çalışmada sözü kısaltma (îcâz) ve basitleştirmenin (taḫfifin) bir parçası olan ‘ivaḍ hususu ele alınmıştır. ‘İvaḍ kelimesinin iştikakı incelendikten sonra sözlük ve terim anlamları verilmiş ta‘vîḍin amacı ve önemi belirtilmiştir. Daha sonra ‘ivaḍın türleri ve Arap gramerinde kullanıldığı yerler örnekleriyle beraber ortaya konmuştur.
  • Öğe
    ERKEN DÖNEM ŞÂFİÎ FAKİHLERİNDEN İBN SÜREYC VE SAYRAFÎ’NİN İHTİLAF ETTİKLERİ USÛL MESELELERİ VE BU İHTİLAFIN MEZHEPTEKİ İZDÜŞÜMLERİ
    (2019) Yaşar, Mehmet Aziz
    Hicri III. ve IV asırlarda genel olarak fıkıh ilminin özelde de Şâfiî fıkıh düşüncesinin gelişip sistemleşmesinde ciddi katkılar sağladıkları bilinen önemli fakîhler yetişmiştir. Bu şahsiyetler, dağınık halde buldukları fıkıh mirasını kendi ilmî birikim ve yorum süzgecinden geçirerek sistematik bir şekilde sonrakilerin istifadesine sunmuşlardır. Nitekim bu fakîhlerin başında Ebü’l-Abbâs Ahmed b. Ömer İbn Süreyc el-Kâdî (ö. 306/919) ve Muhammed b. Abdillah es-Sayrafî (ö. 330/942) gibi önemli şahsiyetler gelmektedir. Öyle ki, Şâfiî fıkhına yönelik hizmetleri yanı sıra özellikle fıkıh usûlünün tekâmülü hususunda yaptıkları katkılar takdire şayandır. Ancak Mütekellim usûl düşüncesi açısından kayıp halka olarak nitelendirebileceğimiz bu asırlarda İmam Şâfiî’nin er-Risâle’si dışında adı geçen Şâfiî fakîhlerinden bize ulaşan herhangi bir usûl eseri bilinmemektedir. er-Risâle ise usûlün tüm konu ve kaidelerini muhtevi değildir. Dolayısıyla bu asırlarda yaşamış İbn Süreyc ve Sayrafî gibi fakîhlerin usûl görüşleri büyük önem arz etmektedir. Bu bağlamdan hareketle çalışmada, söz konusu fakîhler arasında ihtilaf konusu olmuş; hitap anından beyânı tehir etmenin hükmü, muhassısı araştırılmaksızın âm ile amel edilebilmesinin hükmü, mefhûmu’s-sıfatın delil oluşu, Hz. Peygamber’in mutlak fiillerinin ümmet için ifade ettiği hüküm, lügatin kıyasla sübûtu ve kıyas ile neshin hükmü gibi konular irdelenecektir. Esasen mezkûr meselelerin her biri müstakil birer araştırma konusu olmakla birlikte, burada İbn Süreyc ve Sayrafî’nin, mezkûr meselelere ilişkin görüş ve delilleri mukayese edilerek bir değerlendirmeye tabi tutulacaktır.